Jupp Derwall
Jupp Derwall ve Galatasaray
Türk Futbolunun ve Galatasaray’ın kaderini değiştiren adam...
Alman futbolunda kazandığı başarıların ardından “Şef Gümüş Kıvrım” lakabı anılan Jupp Derwall, 1984 Avrupa Şampiyonası’nın ardından görevi Franz Beckenbauer’e bıraktı.
Jupp Derwall, kendisi ve Galatasaray için tarihi olan bir kararla, Galatasaray’ın başına geçti. 1988 yılına kadar görev yaptığı Galatasaray’da iki şampiyonluk kazanarak kariyerini noktalayan Jupp Derwall taraflı tarafsız Türk futbolseverlerin gönlünde taht kurmuştur.
1986-1987 sezonunda 14 senelik aranın ardından Galatasaray’ın şampiyonluğa ulaşmasındaki en büyük pay sahiplerinden olan Jupp Derwall o yıl kazanılan şampiyonluğu şöyle özetlemiştir. “Almanya ile kazandığı Avrupa Şampiyonluğuna bu kadar sevinmedim”
Jupp Derwall, bir sonraki sezon danışmanlık pozisyonunda yer alarak Mustafa Denizli ile şampiyonluğu Galatasaray’a bir kez daha yaşatmıştır.
Bu başarılarının yanında bizler onu futbola olan farklı bakışı, birçok futbol adamının göremediğini kolay fark edebilmesi, Alman disiplin anlayışını Akdeniz’de bu kadar kolay anlatabilmesi ve en önemlisi güler yüzü ile hatırlayacağız.
Güle Güle Jupp Derwall, Güle Güle, “Şef Gümüş Kıvrım”, güle güle Türk Futbolunun kaderini değiştiren adam.
Jupp Derwall’in Galatasaray Dergisi’ne verdiği ropörtaj
Jupp Derwall: "Büyük Bir Aile Gibiydik"
Jupp Derwall. 14 yıl süren şampiyonluğa hasret günlerini sona erdiren isim... Galatasaray'ın futboluna getirdiği yeni bakış açılarıyla, bugüne dek süren Galatasaray damgasını şekillendiren teknik direktör... Kimine göre ise, Galatasaray'daki futbol devriminin ilk harcını koyan büyük hoca...
Tanıtım sayfalarında da okuyabileceğiniz gibi, geçtiğimiz ay yeni kitabı Türkçe'ye çevrilen, Galatasaray tarihinin bu köşebaşı ismiyle Galatasaray Dergisi adına sevgili ağabeyimiz, Jupp Derwall'in yakın dostu Yavuz Kocaömer Almanya'da konuştu...
Ilık bir bahar gününde trenimiz Frankfurt'tan Saarbrücken'e doğru yola çıktığında, içimde inanılmaz bir heyecan vardı. 18 yıldır hiç ara vermeden devam eden dostluğumuz, son senelerde telefon konuşmalarıyla sınırlı kalmıştı. Bundaki en önemli etken ise, Jupp Derwall'in sağlık nedenleriyle seyahat edemeyişi, benim de işlerimin yoğunluğu idi.
Kameramanımız Serhan ile Jupp Derwall'in bizi karşılayacağı Saarbrücken tren istasyonunda buluşacaktık. Daha gideceğimiz yere varmamıza 1 saat 10 dakika kala cep telefonum çaldı. Serhan ''Ağabey, ben Saarbrücken tren istasyonundayım. Jupp Derwall de burada" dedi. ''Daha 1 saat 10 dakika ver Serhan! Ne işi var Jupp'un bu saatte orada’’ dediğimde, "Bilmiyorum. Ama çok heyecanlı" diye cevap verdi.
Trenden indiğimizde birbirimize sarılarak uzun bir süre öyle kaldık. Trende gelirken ''çok heyecanlıyım'' dediğimde ''Çocuk (kendisi bana öyle hitap eder) sen ne diyorsun? Ben, bir haftadır yeniden karşılaşacağız diye bu heyecanı iple çekiyorum'' diye cevap verdi. CNN-TÜRK'te yayınlanan söyleşimizi bitirdikten sonra, FC Saarbrücken Kulüp Başkanı’na ait, orman içindeki otelinin terasında bu sefer Galatasaray Dergisi için konuşmaya başladık.
1984’de Türk futbolunun Avrupa’da başarısı yoktu, sen ise zirvedeydin. Bu tercihinin sebepleri neydi?
Futbolu her şeyiyle gençliğimde olduğu gibi, yeniden yaşamak için bu tercihi yaptım. İlk teklif geldiğinde, Alp Yalman'a 4 defa hayır demek ve görüşmemek beni çok üzmüştü. Ama sonunda İstanbul'a bir görüşme yapmak için gelmeye karar verdim. İstanbul'a ilk geldiğimde hayal kırıklığına uğradım. Bana gösterebilecekleri hiç bir şey yoktu. Bir çim sahaları bile yoktu. Avrupa ülkelerinde I. Lig'de mücadele eden bir takımın, böyle bir durumda olması söz konusu değildi. Toprak sahalarda antrenman yapmak, neredeyse bataklık gibi sahalarda futbol oynamak benim için aklın almayacağı bir şeydi. O anda orada yapılacak çok iş olduğunu anladım. İstediğim koşulları sağlayabilmeleri konusundaki ricalarımı hemen kabul ettiler. O kadar altyapısız bir durumdaydı ki mukavelemi bile kendim hazırladım. Sonra akşam otelime gittim. Oradan eşimi aradım. Telefonda sesimi duyduğunda ''Kabul ettin değil mi?'' diye sordu. Kendimi övecek bir şey söylemek içimden gelmiyor. Övülecek birileri varsa, onlar da, o tarihte birlikte çalıştığım futbolcularımdır. Her dediğimi yaptılar. Tabii içlerinde bir-iki tane ters yapıda olanı vardı. Ama her dediğimi yaptılar; bana ve kendilerine büyük destek oldular. Birinci yıl kupayı kazandık. Daha sonra toparlandık ve nihayet 3. yıl Lig Şampiyonu olarak Avrupa Kupaları’na katıldık. Böylece yaptığımız çalışmaların semeresini de almaya başladık.
Peki, anlaşmayı kendim yazdım dedin. O nasıl oldu?
Konuları görüştükten sonra Alp Yalman'a ''Bir mukavele yapınız'' dedim. O da ''Bay Derwall bunu siz yazacaksınız'' dedi. Ben de ''İyi de, buraya bir de benim alacağım parayı da yazmak lazım'' dedim. Alp Yalman yüzüme bakarak ''Onu da siz yazacaksınız" dedi. O zaman çok şaşırdım ve çaresiz bir durumda olduğumu hissettim. Çünkü diğer kulüplerde, kurumlarda para en önemli konudur. Tamam Almanya'da da ben çok para kazanan, zengin bir insan değildim. Alman I. Ligi'nin Antrenörleri, Milli Takım Antrenörü olarak benden daha fazla para kazanırlardı.
Hilton Oteli'nde oturup, otelin kağıdına mukavelemi yazdım ve Alp Yalman'a ''bunu inceleyin lütfen '' dedim.
Jupp, geldiğinde, 2002 yılında Türkiye Dünya üçüncüsü olacak deseler inanır mıydın?
Florya'ya ilk geldiğimde, itiraf edeyim, kendi kendime ''Ne işin var senin burada?" dedim. ''Alman Milli Takımı ile Avrupa şampiyonu, Dünya 2'ncisi olmuş bir teknik adamsın. Böyle bir yerde sen nasıl çalışırsın?'' diye düşündüm. Biri bana o an Türkiye'nin Dünya üçünçüsü olacağını söyleseydi ''Hadi ordan'' derdim. Aslında benim yerimde bir başkası olsaydı, oradan hemen eşyalarını toplayıp, ertesi gün geri dönerdi. Akşam, otelin penceresinden baktığımda, Boğazın şahane manzarası beni çok etkiledi. Balıkçı motorları, giden gelen vapurlar. Ve kararımı verdim.
İlk günlerinizde karşılaştığınız en önemli zorluk neydi?
Takım içinde bir motivasyona ihtiyacım vardı. Bana 35 futbolcu verilmişti. Kendilerine ihtiyacım olmayan futbolcuları satmayı önerdim. Onlar da bana ''Galatasaray'da böyle şey yoktur. Bizde bir futbolcu istediği sürece oynar. Kimseyi satmayız '' dediler. Peki dedim, ''O zaman istediğim futbolcuları satalım, bu satıştan kulübün alması gereken parayı futbolculara verelim'' Ve böylece hiçbir futbolcuyu kırmadan 9-10 tanesini satarak paralarını verdirdim ve bana da 24-25 futbolcu kaldı. Ve o futbolcular çok kısa bir süre içinde yeni bir şeyler olduğunu, işlerin düzgün gitmeye başladığını hissettiler. Ve şöyle yorum yaptılar: Ben eğer 35 futbolcunun içinden son 24'e kaldıysam demek daha iyisini de yaparım.
Mustafa Denizli yardımcılığınızı yapıyordu...
Mustafa'yı futbolculuk zamanından tanıyordum. Ve önünde saygı duyulması gereken çok klas bir futbolcuydu. Mükemmel bir tekniğe sahip, golü iyi koklayan bir futbolcu yapısına sahipti. Galatasaray'a geldiğimde, onun görevi genç takımı çalıştırmaktı. Ve bu tam ona uygun bir işti. O gençliğin dilinden çok iyi anlayan, onları hoşgörü ile karşılayan ama gerektiğinde de dediğini yaptıran bir yapıya sahipti. Ve ben göreve başladığımda Mustafa hala çok kaliteli bir futbolcuydu ve kendisini hiç düşünmeden ilk 11'de de oynatabilirdim. Ama bunu yapmadım. Çünkü Galatasaray'ı ileriye taşımak isteyen diğer genç futbolculara bu haksızlık olurdu. Ondan sonra Bay Yalman'a ''Mustafa'yı asistan olarak yanıma almak istiyorum. Ona ihtiyacım var'' dedim. Çünkü o çok yetenekli biriydi. Kaleci antrenörlüğü de yapabiliyor, taktiği çok iyi alıyor ve anlatıyor, oyunun akışını çok iyi okuyabiliyordu. Zaten daha sonra da aldığı şampiyonluklarla bunu kanıtladı. Senli benli konuşmadığımız halde, zaman içinde çok yakın iki dost olduk.
Çevirmenin Ahmet Akçam, daha sonra teknik adam olarak Galatasaray’a da hizmet etti...
Ahmet benim için büyük bir şanstı. Samimiyetle söylüyorum benden daha iyi Almanca konuşuyordu. Üstelik benim memleketim Saarbrücken'de okumuştu! Ne kadar şanslı olduğumu düşünebiliyor musun? İyi çeviri benim için çok önemliydi. Çünkü tercümanın kendi yorumunu da katarak çeviri yapması kadar kötü bir şey olamaz. Bu güven çalışmalarımı çok daha kolaylaştırdı. Biz büyük bir aile gibiydik. Benim başarımın sırrı da herhalde buradan kaynaklanıyordu.
Biraz açar mısın?
Örnek vereyim. 60'ncı doğum günümü kutlayacaktım. Hilton Oteli’nde verdiğim partiye yaklaşık 100-150 kişi davet etmiştim. Ama bunların içinde 20 kişilik, kulüpte birlikte çalıştığım ekip de vardı. Sahadaki çimleri kesen bahçıvanımızdan, ahçımıza, malzemecilerimizden, masörümüz Ahmet’e kadar, hepsinin o akşam orada olmasını istedim. Yukarıda misafirlerimle ilgilenirken Hilton Oteli'nin resepsiyonundan bir telefon geldi: ''Bay Derwall lütfen aşağıya gelir misiniz?'' Aşağıya indiğimde benim o 20 kişilik ekibim giyebilecekleri en iyi kıyafetleriyle aslanlar gibi kapıda bekliyorlardı. Resepsiyon Müdürü girmelerine güçlük çıkartıyordu. Çok kızdım. Müdüre ''Bayım bunlar benim arkadaşım ve benimle birlikte gelecekler'' dedim. Malzemeci Ahmet'e ''Hadi Ahmet yürü'' dedim. Asansörün önüne geldik. 10 kişiyi asansöre bindirip yanıma aldım, çünkü onlar benim ailemdendi. Aynı kaderi paylaşıyorduk. Ondan sonraki 2 yıl da o insanların nasıl şevkle çalıştığını, bana nasıl destek olduklarını söylememe bilmem gerek var mı?
1998’de Fatih Terim'e mektup yazdığını ve kendisinin Avrupa'da büyük başarılar kazanacağına inandığını belirtmiştin...
Önce şunu söylemeliyim. Fatih Terim karakterinde bir insana çok az rastladım. Hem insan olarak, hem aile babası olarak, hem de futbola aşık bir insan olarak. Kaptanım olduğu için her şeyi de futbolcularımın yanında konuşamayacağım için onunla birçok kereler yemeğe gittim. Daha sonra kendisine ''Avrupa'ya git. Sen bu işi başaracaksın" dedim. Çünkü kendine olan özgüveni çok yüksek seviyede idi. Kendisine İtalya'yı önermiştim. Çünkü İtalyanlar futboldan anlayan bir kişiye, lisan üzerinde durmayıp görmezden gelecek bir yapıya sahiptirler. Sonra da bildiğiniz gibi İtalya'ya gitti. Ordayken de telefonda defalarca konuştum.
Türkiye'nin Portekiz'deki finallerde olmayışı için neler söyleyeceksiniz?
Bu benim için büyük bir hayal kırıklığı. Sebeplerini kestirmek çok zor. Futbolda her şey olur. Belki de o futbolcuların büyük kısmı ''Bu kadar başarıya imza attım. Dünya üçüncüsü oldum. Şampiyonlar Ligi'nde çeyrek final oynadım. Para da kazandım. Artık beni rahat bırakın'' diye düşünmüş olabilirler. Futbolda böyle şey vardır. Bu söylediğime inanın. Ve o zaman da zevk almazlar. (Jupp Derwall bu arada yine yazılmaması kaydıyla, eski Galatasaray günlerine dönüp, o zamanki bazı yaşadıklarını anlatıyor.) Bu bakımdan üzücü olmakla beraber, bu futbolcuları da anlayışla karşılamak lazım.
Peki Jupp, 2004’deki Galatasaray için ne diyorsunuz?
Bana ne soruyorsun? Ligdeki puan cetveline bak. Her şey orda gözüküyor.
Şimdi Galatasaray'ın başında Hagi var. Düşüncelerinizi alabilir miyiz?
Hagi süper bir yetenek. Onun gibi futbol zekasına sahip dünyada çok az oyuncu var. Çok başarılı antrenörler vardır, parlak futbolcu değildirler. Çok parlak futbolcular vardır, antrenörlük hayatında başarılı olamazlar. Bunlar birbirinden farklı şeyler. Hagi de önümüzdeki 2 yıl Galatasaray'da yönetici olarak neler yapabileceğini hepimize gösterecek. Umarım başarılı olur. Çünkü Galatasaray'ın başarılı olması, yeniden Avrupa'da üst sıralara çıkması, beni tahmin edemeyeceğin kadar fazla mutlu eder.
Şu anda Galatasaray'dan kimlerle devamlı temas halindesiniz?
Ahmet Akçam, Mustafa Denizli, Alp Yalman, Erhan Önal, Cüneyt Tanman. Lütfen bunu yazmanı istiyorum. Fatih gittikten sonra Cüneyt Tanman benim kaptanımdı. O da süper bir çocuktu. Çok karakterli bir insandı. Ama maalesef aşırı alçakgönüllü idi.
Peki eski Galatasaray yöneticilerinden hiç görüştüğünüz var mı?
Hayır yok. Bu saydıklarımın dışında belki ara sıra görüştüklerim olabilir, ama şu anda hatırlamıyorum. Ama bir kişiyle gerçekten ilişki kurup, görüşmek isterdim. Gürsoy....
Ergun Gürsoy?
Evet. Çok isterdim onunla buluşup, görüşmeyi. Dostluğumun, arkadaşlığımın devam etmesini. Ama maalesef müşterek konuştuğumuz bir dil yoktu. O, buna mani oldu.
Ergun Gürsoy yaz tatilinde bir gün buraya gelse ister miydin?
Çok sevinirdim. Böyle bir şey yapar mısın?
Neden olmasın? Bakarsın bir günlüğüne sizi ziyarete geliriz. Hem de haber vermeden, çünkü haber verince çok heyecanlanıyorsunuz...
Tamam, haber vermeden gelin! Ha bir de Alman Hastanesi'nde yattığım sırada devamlı beni arayan, ondan sonra hala halimi hatırımı soran, görüştüğüm, -yaşlanıyorum galiba Ali isminde bir arkadaşım var. Bir bacağını kaybetti. Ama onunla da dostluğum devam ediyor.
1988'de bana bir futbol topunu imzalayarak vermiştin. Bu topu maddi imkanları olan bir Galatasaraylı’ya satarak gelirini engelli sporculara kullanmak istiyorum. Bu konuda söyleyeceğiniz bir şey var mı?
O topu sana imzalayarak yalnız ben değil, tüm Galatasaray takımı imzalayarak vermiştik. Türkiye'de senin istediğin fiyata alacak bir Galatasaraylı çıkmazsa, bana telefon et, ben senin istediğin fiyatı verip, o topu müzeme koymaya hazırım. Hele parasını engelli sporculara kullanacağını bildikten sonra...
IRKÇILIĞA KARŞI DERWALL
Aynı zamanda Engelliler Spor Federasyonu Başkanlığı’nı da yürüten Yavuz Kocaömer, 1987-1990 yılları arasında Frankfurt'da Türk-Alman Genç Sporcuları Kaynaştırma Derneği yönetim kurulunda Derwall ile birlikte görev yapmıştı. Dernek her yıl yüzlerce genç Alman sporcusunu Türkiye'ye göndererek, Almanya'daki Türkler hakkındakı önyargıları ortadan kaldırmaya katkıda bulunmayı hedefliyordu. Kocaömer, 1990 yılında spora politika karıştırılmasını protesto ederek dernek yönetiminden istifa etti. Bir süre sonra da bu dernek kapandı. 1992 sonunda Solingen'de Doğu Alman kaynaklı Neo - Naziler 6 Türk vatandaşını yakarak öldürmesinin ardından, Jupp Derwall’in Kocaömer'e gönderdiği mektup, Derwall'in futbol adamlığı dışında insanlığını ve belki de futboldaki başarısını borçlu olduğu karakterini yansıtıyordu. Eski Galatasaray Teknik Direktörü, Kocaömer'e yazdığı mektubun bir bölümünde şöyle diyordu:
"Yavuz, son aylarda seni ve geçmişteki müşterek çalışmamızı çok sık düşündüm. Hem sen, hem ben, ama hem de Alman devleti bence vicdan azabı çekmelidir. Bu dünyadaki bütün maddi değerler ülkemizdeki yabancı insanlarımızın korunması için harcanmaya değer olmalıydı. Alman vatandaşlarım adına utanıyorum. Hele böyle feci bir olayın bugün özgürlük içinde yaşayan Doğu Almanya tarafından kaynaklanmasını içime sindiremiyorum. Biz bu çabaları gösterdiğimizde Federal Alman Hükümeti şu olacakları hissedebilseydi herhalde iki ülke için de yararlı olacak bir eser ortaya çıkarmış olabilirdik. Aynı sitemlerim ve eleştirilerim Özal Hükümeti için de geçerli. Yurtdışında yaşayan insanlarını korumak ve kollamak adına çok fazla bir şey yaptıklarına inanmıyorum. Seninle uygun göreceğin her türlü projenin içinde sonuna kadar çalışmaya hazırım.''
Derwall, söyleşimizde bu mektubu hatırlattığımızda şöyle diyor: "Hala aradan 16 sene geçmesine rağmen, ara sıra düşünüyorum. Çok güzel bir girişimdi bizim başladığımız. Ama sonunu getiremedik. Suçlu aramıyorum ama, galiba sen ve ben olmak üzere hepimizin bu işte biraz payı vardı."